30 Aralık 2009 Çarşamba

Yeni Yılınız Kutlu Olsun

bakan gözler,
işiten kulaklar
lazım
anlatmak,
anlamak
lazım
öpüşmek,
sevişmek
lazım
bazen gerçekçi olmak,
bazen de hayal kurmak
lazım

lazım kere lazım
yeni yılın daha güzel olması lazım



ertuğrul akgündüz

17 Aralık 2009 Perşembe

Calumet



Bilindiği üzere “divanda, dergahta ve bargahta, mecliste ve meydanda sigara içilmeye” şeklinde bir buyrukla sigara yasaklandı. Ben sigara kullanmıyorum ancak yasaklarla da pek aram olmamıştır. Bu yasağa ise ne diyeceğimi bilmiyorum açıkçası. Neyse konumuz bu değil…

Konumuz, yazının başlığında da gördüğünüz gibi “calumet”. “Calumet” nedir hemen söyleyelim. Calumet; Kızılderililerin meşhur barış çubuğunun adıdır. Kızılderili ağabeylerimiz bununla tütün içerler, ancak sanırım bu bildiğimiz tütünlerden biraz farklı hani anlarsınız kafa yapan cinsinden..;)

İçerler içerler sonra da bilge bilge laflar ederlermiş. Hatta öyle bilge laflar ki bunlar, George Washington olsan edemezsin.

Yani iyi ki o günlerde arızalı bir Kızılderili reisi çıkıp da bu calumet denen mereti yasaklamamış. Hatta derim ki; keşke bugün ABD denen ülkeye bu Kızılderili ağabeyler hakim olsaymış. O zaman bırakın Vietnam, Irak vs. vahşetlerinin yaşanmasını ABD Küba’yla bile kanka olur, hatta Fidel amcayla Amerika başkanı olacak Kızılderili abi karşılıklı purodur, calumettir tüttürürlerdi. Bizimkiler de Rize çayı filan yollardı herhalde (oh mis).


Tüttürmek filan demişken Sioux Kabilesi’nden bazı ağabeylerimizin tüttürüp tüttürüp söylediği şu güzel sözlere bir bakalım:

“Kızılderili olmak için Kızılderili kanı taşımak gerekmez. Kızılderili Felsefesiyle yaşamı yorumlamak bizi en safkan Oglala'dan daha Oglala, en katışıksız Şayen'den daha Şayen yapar..

Son ırmak kuruduğunda,

Son ağaç kesildiğinde,

Son balık Tutulduğunda,

İnsanoğlu paranın yenmeyecek bir şey olduğunu anlayacaktır ..!

Bizler ağaçlara zarar vermek istemeyiz. Ne zaman onları kesmemiz gerekse, önce onlara tütün ikram ederiz. Odunu asla ziyan etmeyiz, lazım olduğu kadar keser, kestiğimizin hepsini kullanırız. Eğer onların hislerini düşünmez ve kesmeden önce tütün ikram etmezsek, ormanın diğer bütün ağaçları gözyaşı dökecektir, bu da bizim kalbimizi yaralar. Mitakuye Oyasin “

Haksız mıymışım, ne kadar güzel değil mi ?
Bu güzel sözler üzerine yazıyı daha fazla uzatmayacağım. Sadece tek ricam bu sözleri okuyun ve bizim memleket için bir düşünün… Vallaha ben birçok sorunu kafamda çözdüm.

O zaman barış için tüttürün gitsin..:)


NOT: Fark ettiniz mi bilmiyorum. Blog’un adresini “yataheya.blogspot.com” şeklinde değiştirdim. “yataheya” Kızılderili dilinde merhaba demektir.

2 Aralık 2009 Çarşamba

Müdür




Bıyığını yalar, sakalına tükürür. Bunun adı müdürdür…

Çok sert mi girdim, bilmiyorum.

Ama Serkan’a çok sert girmişti o zamanki müdür; önce mesaisini yemişti çocuğun sonra Serkan arıza çıkarınca şut, aynen kapı dışarı…

Bana da sallardı ama üç metreden fazla yaklaşamazdı, arızaydım birazcık… Her fırsatta geçerdim dalgamı. Çok sinir olurdu, bilirdim. Sonra bir gün bana taktı, dikti tüylerini, üzerime üzerime geldi. Ben de bükmedim kuyruğu, aynen dik ..! Hırladı iyiden iyiye tam ısırmaya kalkacaktı ki daha önemli bir işi çıktı. Hop yandan genel müdür geçti.

Burada bir parantez açalım:

(Bir müdür patronunun ya da genel müdürünün kokusunu 150 metreden alır, bekler ve tam götü gördü mü peşine takılır. Her zaman vereceği bir rapor ya da yapacağı bir yalakalık illa ki vardır.)

İşte bizim müdür de aynen öyle yaptı ve takıldı genel müdürün peşine ne kadar yaladı bilemem ama kesin sağlam yalamıştır. Çünkü bana olan kızgınlığının fazladan bir yalama arzusuna dönüştüğüne eminim.

Neyse o yokken koltuğuna bir şey bıraktım, bilirdim oturmadan kontrol etmezdi koltuğunu ve öyle de oldu. Aynen üstüne oturdu. İnanır mısınız hissetmedi bile, yemin ederim Jenna Jameson otursa atacağı çığlık ona yeni bir ödül kazandırırdı. İşte demek ki müdürlük böyle bir şey…

Sonra oradan ayrıldım ama aldım hep haberlerini;

- çocuğu olmuş bizimkinin ve patronun adını vermiş velede
- benden sonra da koltuğuna çok şey koyan olmuş ama sesi soluğu gene çıkmamış
- mesai olayını dile getiren Ahmet’in de işine son vermiş
- adı, bu genel müdürün emekliliğinden sonra onun koltuğu için geçiyormuş (afiyet olsun)
- ayağını kırmış alçının üzerine şirketin adını yazmış

yani kısacası müdür g.ttür…

bkz: müdür fıkrası

Not: Bu yazıdaki kişiler ve olaylar tamamen (ea) ürünüdür.
Not: Sözüm meclisten dışarı.

30 Ekim 2009 Cuma

Eşitlik

Of ne nutuklar atılmıştır uğrunda… Ona ulaşmayı hedefleyen ideolojiler çıkmış, zaten birçok ideoloji, birçok siyasi hareket insanlara onu vaat etmiştir.

Ancak tam manasıyla bütün insanların eşit olarak yaşadığı bir dönemi tarih kaydetmemiştir. Öyle bir memleket de yoktur zaten. Var diyen varsa bana e-posta atsın…

Bir Müslüman olarak şunu söyleyebilirim sadece Hazreti Peygamber’in yaşadığı dönem, yani “asr-ı saadet” insanlık için bir prototip oluşturabilir. Ama zaten o dönem özel bir dönemdir…

Bunun yanında eşitliği oldukça saçma bulanlar da vardır. Gereksiz diyenler, “Neden eşit olacak mışım ?” ben daha çok çalışırım daha çok çabalarım ve üstünlük sağlarım diyenler de hiç az değildir.

Ancak şu bir gerçek ki, “eşitlik” insanlık için bir ütopya olmayı dün olduğu gibi yarın da sürdürecek diyebiliriz…

Bu noktada George Orwell’in şu enfes sözünü de hatırlatmak gerekir; ''all animals are equal, but some animals are more equal than others''. Yani “bütün hayvanlar eşittir. Ama bazı hayvanlar diğerlerinden daha eşittir.”

Bütün bunlar bir kenara, geçen gün belki de her gün gördüğüm bir şeyi çok farklı gördüm. Ben otobüsteydim, cam kenarı bir koltukta oturmuş dışarıyı seyrediyordum. Trafik akmıyordu ve adeta yolun ortasına demir atmıştık, bir yandan da acıkan karnım bir an önce eve ulaşmak istiyordu. İyice kendimi rahatsız hissetmiştim. Sonra yola baktım, diğer araçlara ve içindeki insanlara hepsinin içindeki huzursuzluk yüzlerinden okunuyordu. Adamın biri iyice sinirlenip, direksiyonuna vuruyordu ikide bir. Kadının bir tanesi yelpazesini o kadar hızlı sallıyordu ki görmeliydiniz. Hele o ağlayan çocuk , büyüyünce iyi bir rock vokali olacağına şüphem yok.

Sonra bir şeyi daha fark ettim. Bu insanların kimi benim gibi otobüste, mimi minibüste, kimi Şahin’de kimi ise Mercedes’te oturuyor. Ama durumlar aynı hepsi gidemiyor, hepsi sıkılıyor ve hepsi geriliyor. Birden sosyal sınıf farklarının ortadan kalktığını, bu insanların hepsinin birden aynileştiğini fark ettim. Ve bu aynileşme özellikle hafta içi her gün 18.00 civarı sürekli yaşanıyor.

İşte o an bir ışık çaktı beynimde ve dedim ki ; dünyanın en eşit yeri burası “İstanbul Trafiği”…




NOT: Metrobüs diye bir şey çıkartıp bu eşitliği az da olsa bozan İstanbul Belediyesi’ne teessüflerimizi bildiriyoruz.

ertuğrul akgündüz

1 Ağustos 2009 Cumartesi

The Deepest Purple





7'den 70'e derler ya işte tam da öyle bir kitle vardı. 68 kuşağı oradaydı ve yanlarında 98 kuşağı çocukları, kimi belki de torunuyla...







Ian Gillian'ın sesi elbete eskisi gibi değil ancak yaşı 64 ve 14 baba Deep Purple parçası söyledi. Bu noktada size Gillian'ın ne kadar büyük bir vokal olduğuna dair iki örnek vereyim. Bruce Dickinson ve Eric Adams, her ikisi de yüksek oktavlı sese sahip ve "perfect vocal" diye adlandırılan vokaller. Biri Iron Maiden'ın diğeri Manowar'un vokali. Dickinson'a kimi örnek aldığı sorulduğunda hiç düşünmeden verdiği yanıt; Ian Gillian oluyor. Adams ise gençliğinde konser konser Gillian'ı takip ettiğini söylüyor. Yani o sadece bir rock efsanesi değil kendinden sonraki "efsane"lere de idol olmuş bir isim...

Öte yandan Steve Morse da sololoruyla herkesi kendisine hayran bıraktı. Ve bütün grup elemanlarının yüzü gülüyordu bu da seyirciyle müthiş bir sinerji oluşmasını sağladı.





Şehir Montrö değildi mekan da Cenevre gölünün kıyısı değildi.. Şehir İstanbul mekan ise iki kıtayı birbirine bağlayan boğazdı ve yananlarsa bizlerdik.

Bu sefer “smoke on the water” değil, “smoke on the bosphorus”tu…





ve ben o an gökyüzündeydim
aşşağıda ise "higway star" çalıyordu..

25 Haziran 2009 Perşembe

Festival Gibi Festival Efes One Love




Yazının başlığındaki sözü (festival gibi festival) Efes One Love için Portecho’nun vokali söylemişti sahnede, içimden ne kadar basit bir cümle kurdu diye geçirmiştim. Ama festival bittiğinde aynı şeyi ben üç kere söyledim.

Yapanın, edenin, emeği geçenin hepsine sağlık, sıhhat..

Zaten dünyanın en iyi birasının sponsorluğunda kötü bir organizasyon çıkması imkansız gibi bir şey. Her yıl daha da zenginleşiyor ve güzelleşiyor “Efes One Love”.. Bu güzellik sahnedeki sanatçılara da yansıyor. Onlar da farklı bir enerjiyle yapıyorlar işlerini. Ne kadar profesyonel de olsalar, amatör bir heyecanla icra ediyorlar müziklerini. Seyirciyle iletişimleri ise mükemmel. Festivalde çalan bütün gruplar ayrı ayrı teşekkürü hak ediyorlar.

Ancak Roysksopp’tan ayrıca bahsetmeli… Bir defa kesinlikle türünün en iyi örneklerinden ve kendilerine has bir tarzları da var diyebiliriz. Anneli Drecker’in sesi ise tek kelimeyle harika. Bütün konser boyunca güzel repertuarlarını sunduktan sonra “poor leno” ile öldürücü vuruşu yaptılar. Ondan sonra sahneye tekrar gelip çaldıkları parçayı hatırlamıyorum bile “poor leno” nun etkisinden olsa gerek.

Bir de tabii festival kitlesi var. Kavga etmeyen, nasıl eğlenileceğini bilen bir kitle. Onları da kutlamak lazım. Ülkemizin ortalama 3 kavganın düştüğü üniversite şenliklerini düşünürsek bu çapta bir organizasyonun böyle kavgasız, gürültüsüz geçmesi oldukça sevindirici. Hem de biranın su yerine içildiği bir ortamda. Halk arasında içip sapıtanlara söylenen bir tabir vardır; “ağzınla iç” diye, işte oradaki herkes ağzıyla içiyordu sanırım.

Bu kadar övgünün üzerine bir de eleştiri yapalım. Bu kadar güzel, bu kadar başarlı bir organizasyonun ses sistemi bu kadar kötü olmamalıydı, hem de Roysksopp sahnedeyken. Önde olanlar yine şanslıydı, arkalardaki arkadaşlar duymakta oldukça zorlanmış bayan Anneli’nin güzel sesini. Neyse festivalin genel güzelliğine gölge düşürecek bir kusur değildi. Gelecek “One Love” larda daha başarılı ses sistemleri dileğiyle…

O zaman açın şimdi müzik çalarınızı, sesini vurun sona..
Ve…
Poor leno, Where you'll be, I'll go…


Melody A.M. - 05 - Poor Leno.mp3

3 Mayıs 2009 Pazar

Şirket

— Sabah kalkmam gereken saat…


— Akşam eve gitmem gereken saat…


— Gece yatmam gereken saat…


— Dinlenmem gereken zaman…


— Tatile gitmem gereken zaman…


— Tatilimin ne kadar süreceği… Vs. vs. vs.



Örnekleri daha da uzatabilirim, ama yeter… Peki, neden mi çıldırdım?


Benim ve dünyada milyonlarca insanın hayatının önemli bir bölümü nerede geçiyor?

“İşte” ya da diğer bir ifadeyle şirkette…



İnsanoğlunun en değerli hazinesi bunu tartışmam bile “zaman”dır. Peki, dünyada milyonlarca insan, en değerli hazinesini nasıl kullanıyor. Özgürce mi? Canlarının istediği şekilde mi? İki soruya da maalesef hayır…


Yani milyonlarca insanın zamanlarını özgürce kullanma özgürlükleri bile yok. Peki, bu insanların zamanını kim planlıyor? Ya da bu insanlar zamanlarını kime göre planlıyor?

Bu iki sorunun cevabı ise; “şirket”…


Peki, buna özgürlük diyebilir miyiz? Kesinlikle hayır.

Peki, kölelik midir bu? Bunun cevabını da size bırakıyorum…


Bir de işin başka bir boyutuna bakalım. Hadi her şeye eyvallah diyelim, bu harcanan zamanın ya da emeğin karşılığı alınıyor mu? Ben yazmıyorum (yazmaya utandım) açın bakın ne kadarmış “asgari ücret”, ya kuşa çevrilmiş sosyal haklar…


Sanmayın ki sadece bizde böyle, birkaç kaymak ülke dışında maalesef dünya bu vaziyette…



Özgürlükler, demokrasi, insan hakları vs. bu günlerin en moda kavramları, hemen herkes bu kavramlardan dem vuruyor. Yalan değil hepimiz de destekliyoruz…

Ama insanların şirketlerin vücudunda adeta birer hücre görevi gördüğü bir dünyada bunlardan ne kadar bahsedebiliriz. Bu boğucu ortamda insanlık için ya da dünya kültür mirası adına ne yapılabilir?



Şirketin istediği kadar çalış, şirketin istediği şeyi istediği kadar üret… Peki, böyle olunca ne oluyor. Picasso’lar yetişiyor mu? Ya da Dede Efendiler? Yetişmiyor, yetişmez de… Sanatçı diye ortada gezenlere bir bakın ne dediğimi anlarsınız…

Dünyada belli bir iki ülke üretiyor geliştiriyor ya diğerleri ya biz?

22 Nisan 2009 Çarşamba

İnternet

90’ların başlarından itibaren hızla yaygınlaşan “internet” artık hayatımızın vazgeçilmez bir parçası haline geldi. Kullanıcılarına kolaylık, işleticilerine de çokça para kazandıran “internet”, kimilerine göre yüzyılın icadı. Borsa-Bankacılık işlemleri, alışveriş, film, gazete, kitap, müzik vs. Ha bir de artık sosyalleşmenin yeni adı da “internet” oluverdi. Öyle görünüyor ki zaman geçtikçe internetin hayatımızın çeşitli alanlarına girişi artarak devam edecek. Bu haliyle internet, hayatımızın vazgeçilmez alanlarından biri olmayı da başarmış durumda.


Birkaç temel tespitten sonra internet üzerine yapılan birkaç eleştiriden bahsedelim. İnternet sayesinde özel hayatın zarar gördüğü, birçok kanunsuzluğun kolayca internet ortamında yapılabildiği, emek hırsızlığı gibi… Bunlara katılmamamız mümkün değil, çünkü hepsi bilimsel araştırmalarla sabit. Ancak bir şeyi unutmamalıyız, “bir şey ne tamamen kötü ne de tamamen iyidir” . Bunu böyle görmeli ve her şeyin doğru kullanımla zarar vermeyeceğini bilmeliyiz. Belki de bu noktada yeni tanımlar yapmalıyız hayat üzerine… Çünkü teknoloji muhalif olabileceğimiz bir şey değil. Başta da belirttiğimiz gibi internetin gelişimi hızla sürecek hatta tahmin edemeyeceğimiz noktalara geleceğini öngörürsek abartmış olmayız. İnterneti eleştirmek yerine ondan maksimum derecede nasıl faydalanabiliriz? Bence bunu tartışmalıyız…



Tartışmalar bir yana internetin tartışma götürmez en olumlu yanı ise tanıdığı sınırsız “özgürlük” diyebilirim. Şimdi “bunu da yanlış kullananlar var” diyenleriniz olacaktır. Elbette var, buna en güzel örnek youtube’daki bazı kendini bilmezlerin koyduğu videolar. Ancak ne olursa olsun teraziye koyduğumuzda bu paha biçilmez bir özgürlük, hele biz gazeteciler için.

Gazeteciler demişken internet medyasını ele alalım. Sanal alemde çok daha özgür bir yayıncılık yapıldığından söz edebiliriz. Ancak bu yayıncılığın maliyeti sadece reklamlardan karşılanmakta… Bu bir süre sonra özgürlüğü kısıtlayıcı bir handikap olarak karşımıza çıkabilir. Bunun için internet medyası belli bir zaman sonra ücretli hale gelmelidir ki verilen hizmetin karşılığını hizmeti alanlar versin. Bu sayede bu özgür ortam korunmuş olur.


GELELİM SOSYALLEŞMEYE


“Facebook” hesabı olmayana adam denmediği şu günlerde artık kendinize bir eş ya da sevgili arıyorsanız bunun yegane adresi “facebook” tarzı sosyalleşme siteleri. Ülkemiz açısından olayın tarihsel sürecini incelediğinizde yere mendil atmalardan facebook’taki “poke” (İngilizce dürtmek demek) lamalara gelişi epey ilginç bir konu. Hatta üzerine kitap bile yazılabilir. Tabi konumuzun bu boyutu da hayli eleştiriye maruz kalıyor. Aslında bunun sosyallik değil asosyallik olduğunu söyleyenler hiçte az değil. Biz işin psiko-sosyal analizini uzmanlara bırakalım. Ama facebook’ta ilkokul arkadaşlarıma hatta hiç tanımadığım akrabalarıma bile ulaşmam gayet hoş bir durum. Sizce de öyle değil mi? …Belki de siz Güney Amerika’dan bir sevgili bulmuşsunuzdur, kim bilir…

19 Nisan 2009 Pazar

Şampiyon

Artık şampiyonu tahmin etmek pek de zor değil.. Gerçi daha 28. haftadayız ancak bence bu lig bitmiştir hem manen hem de madden .. Şampiyon ya Sivas ya da Beşiktaş…

Manen bitmiştir çünkü; dünya derbisi bi dünya rezilliğin yaşandığı bir oyun sahnesine dönüşmüştür. Övündüğümüz o dünyanın en büyük üç derbisinden biri dediğimiz derbiye pislik bulaşmıştır..! Memleketin çocuklarına örnek olması gereken “milli” futbolcular, aralarında ne kadar iyi anlaştıklarını cümle aleme göstermişlerdir ! Ve bizi bir daha düşünmeye sevk etmiştir bu olanlar, eğer toplumun en çok tanınan milli sporcuları böyle olursa ya diğerleri?

Madden bitmiştir çünkü; iki yıldır parmak ısırtan, küçük bütçesi fakat dev futboluyla bir Sivas gerçeği vardır.. ve bu gerçek, şampiyon olmak üzeredir, hak da etmiştir. Sivas, futbolu kadar centilmenliği ile de ön plandadır.

Beşiktaş mı ? Beşiktaş hem yönetimsel hem idari birçok hata yapmışsa da, Mustafa Denizli takıma zekasını oturtmuş ve de son düzlüğe Sivas’la burun buruna girmiştir. Beşiktaş şampiyon olursa ona da şaşmamak gerekir onlar da bu şampiyonluğu hak etmiştir.

Bu kadar kesin yargılarla konuştuktan sonra bence biraz yavaşlayalım..

Euro 2008 Finalleri ardından yazmıştık. “Futbol” un yeri geldiğinde toplumda nasıl bir yapıştırıcı etki yarattığını ancak böyle gergin durumlarda da tam aksi bir etki yaptığı da aşikar. İşte bu noktada herkese görev düşüyor tabi önce bu işin yetkili kurumlarına ve bu gerginliğe neden olanlara.. Futbol, ekonomik krizle hayatı iyice zorlaşan bu topluma bir huzur bir ferahlama aracı olan yerini korumalıdır.

O zaman kim şampiyon olursa olsun (dediğimiz gibi ya Sivaspor ya Beşiktaş) alkışlamalı ve biz futbolseverlere o utanç tablosunu yaşatanlar da kafalarını ellerinin arasına almalı düşünmeli ;

Biz ne yaptık..?