15 Aralık 2010 Çarşamba

Kardan Adam

Dün kardan adam yapmak istedim. Ama yapamadım, çekindim. Büyüdüğümü fark ettim. Sonra bir sigara yaktım, balkondan yapan çocukları izledim. Yanlarında babaları vardı. “Acaba bu vakitten sonra kardan adama yakın olabilmenin yolu baba olmak mı?” dedim kendi kendime.

Saçmaladığımı fark ettim! Sigaramdan bir duman daha çektim.

Çocukken yaptığımız kardan adamları düşündüm. Nedense en büyük keyfi sonunda kardan adamı parçaladığımız zaman alırdım. Demek ki normal bir çocuk değildim.

Sonra içeri girdim, biraz Frank Sinatra dinledim. Önce kızına yazılan Nancy (with the laughing face) şarkısı ardından da Sunshine Cake geldi. İkincisi ironi oluşturdu hava durumuyla, fark ettim. Zaten insanoğlu elinde olmayanı arzularmış ya, bu da öyle bir şey olabilir dedim.

Sonra bir sigara daha içmek için tekrar balkona çıktım. Gerçi itiraf etmeli o kadar sık sigara içmem, sigara bahane. Bizim kardan adamın durumunu merak etmiştim. Son rötuşlar yapılıyordu artık, final burna monte edilen turuncu mu turuncu ve neredeyse kabak büyüklüğünde bir havuçla yapıldı. Neden bu kadar büyük bir havuç seçtiklerini anlayamadım. İki ihtimal olabilirdi; ya başka havuç yoktu ya da havucu veren anne en kart olanını seçip vermişti. Daha biçimli olanları salataya ya da yemeğe saklayacaktı.

Kardan adam hazırdı. nedense içimde kardan adamı birine benzetme hissi belirdi. Önce Hulusi Kentmen’e benzeteyim dedim. Ama sonra bıyığı olmayan bir şeyin Hulusi babaya benzeme ihtimali olmadığını fark ettim. Bu koca burunla olsa olsa Gerard Depardieu olabilirdi, Alain Delon filan yemezdi. Evet son kararımı vermiştim: Gerard Depardieu.

… Çocuklar aniden çıldırmaya başladı, oysa savaş çığlıklarını henüz atmamışlardı ya da ben duymamıştım. Neyse çılgınca bir kartopu savaşı başlamıştı. Takım yoktu herkes tekti, kim kime dumduma yani. Sonra çocuklarla oynamayı sevdiği her halinden belli olan koca göbekli bir amca olaya intikal etti. O da çocuklara adeta mitralyöz gibi kartoplarını fırlatmaya başladı. Ellerinin büyüklüğünden olsa gerek kartoplarının boyutlarını da iyi ayarlayamıyordu, fırlattığı bir kartopuyla bir çocuk yere yuvarlandı. Bu durum diğer çocukların oldukça hoşuna gitti. Nedense ben adama uyuz oldum. Elimdeki kocaman çakmağımı kafasına fırlatmak istedim ve bu isteğimin oldukça ciddi olduğunu fark edince kendimi tekrar içeri attım…

Saatler geçtikçe Gerard Depardieu’ya benzeyen kardan adama git gide uyuz olmaya başladım. İkide bir perdeyi aralayıp göz göze geliyordum kendisiyle ve geceyi beklemeye başladım. Çocukların ona olan sevgisini hiçe sayarak hain bir plan yaptım. Aslında plan bile sayılmaz. Gece sitede bütün ışıklar söndüğünde bahçeye inip burnundan başlayarak kardan adamı parçalayacaktım. Belki burnunu yerdim bile çünkü o kadar sinirliydim belki biraz da obur.

Saat geldi ve dediğimi yaptım. Hiç aksilik olmadı, kimse beni görmedi. Gerard ölmüştü, başında durup sigara içtim. İzmaritini cansız bedeninde söndürdüm. Çocukken en çok sevdiğim bölümü tekrarlamıştım. Benden keyiflisi yoktu.

Eve döndüm, yatağıma uzandım. Çok huzurluydum…




NOT: Hiçbir kardan adama zarar vermişliğim yoktur, kendi yaptıklarım dışında :). Yazının sonu tamamen kurgusaldır.

13 Aralık 2010 Pazartesi

Devrim


Her devrim sancılı olur. Hatta her devrim kanlı olur. Beşiktaş’ta yaşanan da bir devrimdir, devrimin önderi de Bernd Schuster.

Devrimci kararlılığı her şeyi göze almayı gerektirir. Bu uğurda en iyi savaşçılarınızı yitirebilirsiniz (Quaresma) ya da iyi fakat devrime karşı çıkan bazı savaşçılarınızı da oyun dışında bırakabilirsiniz (Fatih Tekke).

Adı üzerinde “devrim” birçok şeyi baştan yapmanız, felsefenizi oturtmanız için daha fazla çalışmanız gerekir. İşte Schuster’in de yaptığı budur. Eğer hoca mevcut anlayış üzerinden gitmek isteseydi emin olun Beşiktaş bugün ilk yarıyı daha iyi bir yerde bitirebilirdi. Ama hayır, o burada uzun yıllar sürecek, kalıcı bir başarı hedefliyor. Bunun için çabalıyor. Günü kurtarma derdinde değil.

Bu noktada Alman hocaya bu imkanı sağladıkları ve bu sabrı gösterdikleri için yönetimi de tebrik etmek gerekir (umarım böyle devam ederler). Çünkü bu sabır daha önce özellikle Del Bosque’ye gösterilmedi.

Sakatlıkların teknik nedenini spor sağlığı uzmanları daha iyi belirleyebilir. Ancak bana göre bu neden: alışkanlıkların değişmesidir. Üç kulvarda birden verilen mücadele, bazı futbolcuların belli bir yaşın üzerinde oluşu ve en önemlisi yazının başından beri söylediğimiz şey anlayışın değişmesi yani “devrim”.

Bu değişime ayak uyduramayanlar zamanla ayıklanacaktır. Zaten yeni flaş transferler de kapıda.

Bu kadar sakatlık olmasaydı Beşiktaş sıralamada daha iyi bir yerde olur muydu? Diye sorarsak, büyük bir ihtimalle olurdu diyebiliriz. Benim için önemli olan ise bu inatçı, saldırgan ve sürekli kazanmayı arzulayan anlayışın tam anlamıyla takıma yerleşmesi. Bu noktada herkesin Bernd Schuster’e destek olmasını ya da en azından köstek olmamasını başta Beşiktaş yönetiminden naçizane istiyorum.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Pacino-Scorsese


Biri tüm zamanların en iyi oyuncularından diğeri tüm zamanların en iyi yönetmenlerinden. Hem biyografik, hem de filmografik olarak aralarında büyük benzerlikler var. Biri Godfather’ın Michael Corleone’si diğeri kült gangster filmi Goodfellas’ın yönetmeni.

Tabi ki Al Pacino ve Martin Scorsese’den bahsediyorum. İkisine de hayran olan bir sinemasever olarak hiç birlikte çalışmamış olmaları canımı sıkıyor. Oysa bakın ne benzerlikleri var:

Pacino 1940 doğumlu ve Bronx’ta büyümüş. Scorsese 1942’li ve liseyi Bronx’ta okumuş. Pacino’nun sinemaya ilk damga vuruşu 1972 yılında Godfather ile, Scorsese ise 1973’te Mean Streets ile ilk büyük çıkışını yaptı. Pacino sekiz defa Oscar’a aday gösterildi ve 1992’de Scent of a Woman ile heykelciğe uzandı. Scorsese altı kez Oscar adayı olurken 2006’da çektiği The Departed filmi ona bu ödülü kazandırdı. Bütün bunlara bakınca bunun bugüne kadar gerçekleşmemesini anlamak güçleşiyor. Pacino 2002’de verdiği bir röportajında Scorsese ile çalışmanın nihai hedefi olduğunu söylüyor.

Başta da belirttiğim gibi bu durum canımı sıkıyor ve bazılarının aklına komplo teorileri bile gelmiş. Sizin geliyor mu?

Mesela Leonardo Di Caprio sekiz yıl içinde dört Scorsese filminde boy gösterirken bunca uzun bir kariyer boyunca Pacino hiçbir Scorsese yapımında yer alamadı. Robert De Niro ise bilindiği gibi sayısız Scorsese filminde oynadı ve neredeyse isimleri birlikte anılıyor.

Şimdilerde ise bu birlikteliğin sonunda gerçekleşeceği yönünde söylentiler var. Scorsese’nin çekeceği Sinatra biyografisinde Pacino’yu Frank Sinatra rolünde izleyebiliriz (henüz açıklanmış resmi bir şey yok). Yine aynı filmde Dean Martin rolünde de De Nİro’yu. Bunun yanı sıra kesin olarak açıklanmamakla birlikte yine Martin Scorsese’nin yöneteceği The Irishman filminde Goodfellas’taki rolüyle yardımcı erkek oyuncu Oscar’ını alan Joe Pesci ile birlikte kamera karşısına geçebilir Pacino.

Umarım bu projeler gerçekleşir ve biz sinemaseverler bu iki sinema dehasını birlikte görmüş oluruz.



13 Ekim 2010 Çarşamba

Beşiktaş Şampiyon


Şaşıranlar olacaktır. Daha şimdiden hem de Trabzon’a yenilmişken, oynadığı her maçta rakiplerine çokça pozisyon vermişken; şampiyonluk ilan etmek saçma gelebilir.
Ama inanın öyle olacak…

Bu sadece bir içe doğma ya da altıncı his filan değil. Bayağı görünen köyün kılavuz istememe durumu.

Önce yönetimden başlayalım; yıllardır yönetim zafiyetinin tavan yaptığı Beşiktaş kulübünde Demirören yönetimi göreve geldiğinden bu yana en olumlu işlerini yaptı. Daha geçtiğimiz yıl Tabata’ya 8.5 milyon dolar gibi astronomik bir para vermişken, bu yıl ondan daha düşük maliyete Quaresma gibi bir dünya yıldızını getirildi. Bununla da kalınmadı üstüne Guti eklendi. Ama bence en büyük transfer Schuster.

Çünkü Bernd Schuster, total futbol modasına kapılmamış, kendine has sistemiyle bildiğini okuyan bir adamdır. İyi de yapmaktadır. Daima öne oynayan, karşı kaleyi sürekli tehdit altında tutmak isteyen bir anlayıştır bu. Hatta öyle bir laf etmiştir ki, kendisine hayranlığım da burada başlar: 3-0 bile önde olsak daha fazla gol atılmasını isterim. Aman Allah’ım yıllardır beklenen söz budur işte.

Neymiş efendim sağlam oyna, fırsatını bul, bir gol at maçı kopar! Öyle koparacaksan hiç koparma. Devamlı üstüne git, pozitif oyna kazanamasan da kazanama.
Ben böyle düşünüyorum ve hocanın da böyle düşündüğünü düşünüyorum. Kendisine tek eleştirim ise Aurelio’yu Necip’e tercih etmesi. Hem Türk futbolunun hem de Beşiktaş’ın bekası açısından Necip ısrarla oynatılmalı.

Quaresma
Nam-ı diğer q7, oynadığı her maç kendisine “oynamaz” diyenlere kapak niteliğinde cevaplar verdi. Onu izlemek keyiften de öte, zevkten dört köşe. Ama handikap odur ki, en az attığı çalım kadar tekme yiyor. Bu da çalım yiyenlerin hazımsızlığından olsa gerek.

Guti
15 sene Real Madrid’in demirbaşı olmasının nedenini herkese çok iyi anlattı. Oynadığı her maç adeta futbol dersi veriyor. Futbolcu olmak isteyen her genç onu dikkatle izlemeli. Necip için ise bulunmaz fırsat.

Gün geçtikçe iyiye giden bir Kartal izleyeceğiz. Ne mutlu Beşiktaşlılara ve Türk futbol izleyicisine.

NOT: Aman başkan Schuster hocayı ne olursa olsun harcama!

10 Haziran 2010 Perşembe

Arjantin Arjantin



Yine bir dünya kupası, heyecanımız biraz eksik, çünkü biz yokuz. Ama olsun dünya kupası dünya kupasıdır.

Futbol globalleştikçe, yabancı lig yayınları yaygınlaştıkça ha bir de bunda bilgisayar oyunlarının da katkısı çok, insanlar daha fazla dünya futbolundan haberdar oldular. Hatta haberdar olmayı geçtim, yabancı ülke taraftarlığı noktasına kadar ulaşmış durumda bu durum. Ben de onlardan biriyim aha favorim, takımım, desteğim hatta fanatikliğim; Arjantin.

Küçük yaşlardan itibaren futbola fazlasıyla ilgili çocuklardık ve arkadaşlarla aramızda çok defa şu tartışma geçerdi; Pele mi Maradona mı büyük? Bu tartışmalarda ateşli bir Maradona savunucusuydum. Hala da öyleyim Maradona>Pele…

Tabi genel olarak Latin Amerika’ya bir ilgim var. Hiç gitmedim ama orayı mesela Rusya’dan daha yakın hissederim. Bunun politik nedenleri de var aslında ama oralara hiç girmeyeceğim. Tangoyu ise uzaktan severim. Benim için en büyük tango Maradona’nın yeşil çimler üzerinde yaptığıydı şimdilerde ise Messi’nin…

Arjantin’in sahip olduğu yıldızlar, futbol geleneği ve arka planda Maradona’sıyla bu işi götüreceğini düşünüyorum. Gerçi Maradona birçok kişinin kafasında çok sayıda soru işareti yarattı, özellikle eleme grubunda. Ama inanın benim kafamda hiç yok o soru işaretlerinden, adeta eminim. Ve ilginçtir benim gibi birçok Türk genci de Arjantin’i destekliyor. Demek ki Maradona rüzgarı hala kuvvetli esiyor. E tabi şimdi buna Messi rüzgarını da eklemeli.

Zaten Afrika çok sıcak, bir de futbolun sıcaklığı eklenince buna statlardaki futbolseverlere kolaylıklar dilemeli. Biz rahat olacağız ekran başında.

Futbol aşkı gene sardı bacayı…

Birçok yıldız son anda sakatlanıp oyamayacak olsa da, çok keyifli bir dünya kupası bizleri bekliyor. Ve son söz yine: Arjantin Arjantin…


Not: Yazının ana fikri: Maradona onları kenardan bakışıyla döver.


Ertuğrul Akgündüz

10 Şubat 2010 Çarşamba

Anlayış




Bir üç yıl daha Demirören iktidarı hüküm sürecek kara kartalın semalarında…


Hayırlı olsun diyeceğim ama olacağından yana pek umutlu değilim. Elbette isterim yönetim ve dolayısıyla Beşiktaş çok başarılı olsun. Ancak çağdaş-demokratik bir yönetim anlayışı gerekiyor bunun için. Çünkü ancak o zaman işler ehil kişilere verilir ve bununla da yetinilmez bir denetim mekanizmasıyla her yapılacak iş önce istişare edilip sonra karar verilir. Peki o zaman hata olmaz mı? Elbette olur ancak hata payı en aza iner. Sekiz milyonlar gene verilir ama doğru yerlere…


Bu anlayışı ise geçtiğimiz Demirören dönemlerinde maalesef göremedik. Zaten bana göre hataların temel sebebi de bu. Anti-demokratik anlayışla hatta neredeyse monarşik bir yöntemle kulübün idare edilmesi. Tabi yine de ümitsiz olmamak lazım, hatalar da onlardan ders almak da insan için.

Sadece Beşiktaş yönetimine de yüklenmeyelim burada diğer kulüplerde de durum pek farklı değil. İyi transferler yapıyor olmak kulübe iyi bir gelecek sağladığınız anlamına gelmez.

İmparatorlara ya da padişahlara değil sistemli çalışan sağlam kadrolara ihtiyacımız var diye düşünüyorum.


Yani mesele anlayışın değişmesi diyeceğim ve siz de tabi haklı olarak soracaksınız;

“ e kardeşim Erdoğan, Baykal, Bahçeli bunlar farklı mı? Memleketin siyasi partileri bu halde sen kalkmış kulüp yönetimlerine laf söylüyorsun..”


Kesinlikle çok haklı ve de çok doğru bir soru olurdu bu. Balığın sadece bir yeri değil birçok yeri kokuyor. Ancak iş spora, futbola gelince; yani estetiğe, eğlenceye, morale gelince bari işler daha düzgün yürüsün istiyor insan. Yoksa birçok açıdan dünyadaki herkesle yarışabilecek durumdadır Türk futbolu. Yeter ki biraz daha sistemli çalışalım, kişisel ihtiraslardan uzak olalım. Futbol endüstrisi, marka değeri laflarını filan da bir kenara bırakın her şeyden önce milyonların mutluluğu söz konusu…


Ve o milyonlar bu yaz bayağı bir mutsuz olacaklar, çünkü dünya kupası var ve biz yokuz…

8 Şubat 2010 Pazartesi

Çapkın

Kadın peşinde koşarken yorulanı gördüm, bütün gün internetin başında yeni kızlarla tanışmaya çalışanları hatta bir arkadaşım var ki, ısrarcılığını öldürüyor diye bütün gece takıldığı barda alkol almıyor sadece enerji içeceği içiyor…

Ve erkeğin yaradılışı üzerine yazılar, çok eşli olduğu, maymun iştahlı olduğu üzerine güzellemeler okudum…

Ama aşağıdaki kadar güzel bir izahatı okumamıştım !

Milan Kundera’nın “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” isimli dünyaca ünlü romanından bir kesit (eminim bunu okuduktan sonra kitabı da okumak isteyeceksiniz) :


“ Çok sayıda kadının peşinde koşan erkekleri rahatlıkla iki kategoriye ayırabiliriz. Bazıları bütün kadınlarda kendi öznel ve değişmez kadın düşlerinin gerçekleşmesini beklerler. Ötekiler ise nesnel kadın dünyasının sonsuz çeşitliliğini ele geçirme isteğiyle davranırlar.

Birincilerin saplantısı “lirik”tir; kadınlarda aradıkları şey kendileri, kendi idealleridir ve bir ideal tanımsal olarak hiçbir zaman bulunamayacak bir şey olduğuna göre, tekrar tekrar hayal kırıklığına uğrarlar. Onları kadından kadına sürükleyen şey, kararsızlıklarına bir tür romantik özür sağlar, öyle ki birçok duygusal kadın onların bu gemi azıya almış çapkınlıklarında dokunaklı bir yan bulur.

İkincilerin saplantısı “epik”tir ve kadınlar bunda en ufak bir dokunaklı yan görmezler; erkek, kadınlara öznel bir ideal yansıtmaz ve onun için her şey ilginç olduğundan, hiçbir şey hayal kırıklığına uğratamaz. Bu hayal kırıklığına uğrayamama özelliğinde rezilce bir yan vardır. Epik çapkının saplantısında kefaret yanının (hayal kırıklığı yoluyla ödenen kefaret) eksik olması insanların gözüne batar.”

Bana gelince sanırım ben birinci sınıfa giriyorum…

7 Ocak 2010 Perşembe

Yahşi Batı ve Vassel



Filme gitmeden önce kendi içimde ikiye bölünmüştüm. Yüzde elli filmin kötü olduğuna dair bir önyargı, yüzde elli de Cem Yılmaz’a olan güven duygusu vardı içimde.

Bu önyargının ise iki sebebi vardı. Biri A.R.O.G.’u pek beğenmemiş olmam diğeri ve en güçlüsü ise pek değerli köşe yazarlarımızın (başta Ahmet Hakan) filmle ilgili olumsuz değerlendirmeleri idi. Bu arada film eleştirmenleri de filmin uzun olduğunu belirtmişlerdi.

Bütün bu okuduklarımın bende yarattığı duygularla filmi izledim.

Ve sonuç:

- G.O.R.A. kadar komik olmasa da komik;
Her zaman işin içinde Cem Yılmaz olunca “gülme” noktasında fazlaca bir beklenti oluyor, ister istemez. Buna engel olunamaz. Çünkü gülmek denince akla o geliyor (özellikle bizim kuşağın).

- Kesinlikle iyi bir gözlem ve araştırma ürünü;
Western filmlerini ve klişelerini adeta içmiş Cem Yılmaz ve bunlarla benzerlik kurabileceği, harmanlayabileceği alaturkalıkları da çok iyi tespit etmiş.

- Asla uzun ve sıkıcı değil;
Filmi izlerken kesinlikle sıkılmıyorsunuz. Her dakika bomba şeyler olmuyor ama film kendini izletiyor. Ayrıca uzun ve sıkıcı film izlemek isteyen varsa “Kanalizasyon”u tavsiye ederim.

- Görüntü kalitesi, çekimler vs. gayet başarılı;
Ömer Faruk Sorak zaten başarılı bir yönetmen ve bütün becerisini bu filme aktarmış. Harcanan paraya da değmiş.


Ha bir de değerli büyüklerimizin filmdeki küfürlerle ve bu küfürler sarf edildiğinde sinema salonlarındaki insanların gülmesi ile ilgili eleştirileri vardı. Onlara şunları söylemek isterim;

Türkçe dünyanın en zengin ve köklü dillerinden birisidir. Ancak kesinlikle dünyanın küfür bakımından en zengin dilidir diyebiliriz. Film için konuşursak, posta arabası soyguncularının “lütfen değerli eşyalarınızı çıkarınız “ demesi pek mantıklı bir replik olmaz sanırım.

Bizlerin bu küfürlere gülmesine gelirsek, evet gülüyoruz ve gülmeye de devam edeceğiz. Çünkü komik…

Film bitti ve bende bıraktığı güzel etkiyle eve geldim. Bilgisayarımı açtım. NTV Spor’un internet sitesine girdim (ki sık sık yaparım) şöyle bir haber gözüme çarptı “Vassel: Bier cay Lutfen”. İlgimi çekti tıkladım. Keşke yapmaz olaydım filmin sağladığı bütün pozitif hal bir anda gidiverdi, resmen üzüldüm adama. Meğer Ankara’nın soğuğu çarpmış Vassel’i, bunalımdaymış, uyum sorununun dibine vurmuş, keşke gelmez olaydım diyormuş.

Bunun üzerine bir süreliğine Ankara’ya ailemin yanına gitmeye karar verdim. Orada geçireceğim bütün zamanımı Vassel’e biraz olsun iyi vakit geçirtmeye adayacağım. Tabi bunu yaparken İstanbul’dan götüreceğim bazı materyalleri de kullanacağım :)..


Not: Vassel’in neler yaşadığını kendi kaleminden merak edenler var ise: http://www.vassell.net/Darius/Blog/Blog.html