8 Aralık 2011 Perşembe

Cesaret Kazandı



Bir gazetenin spor müdürü olsam atacağım manşet, yukarıdaki başlıktan farklı olmazdı. Çünkü Fatih Terim, daha oyun başlamadan kağıt üzerinde kazandı.

Havası farklı olur ya derbilerin, işte iki hoca çok farklı havalardaydı. Terim, cesaretinin ödülünü alırken, Aykut Kocaman korkak oyunun cezasını çekti.




Fenerbahçe

Oysa geçen hafta rakip Ankaragücü de olsa Fenerbahçe hiç de fena oynamamıştı. Bu maç da böyle oynayacağını kimse beklemiyordu. Bence hezimetin en büyük sorumlusu çıkardığı yanlış kadro ve korkak stratejisiyle Aykut hocadır. Hele önceki maç 2 güzel gol atan formda bir oyuncunuzu kenarda tutmanıza hiçbir kitapta bir açıklama bulamazsınız.

Bienvenu’nun mevkisiyle oynanacağı, Alex’in santraforda deneneceği maç Galatasaray derbisi değildir. Fenerbahçe adına söylenecek daha çok şey var ama zaten herkes her şeyi gördü. Bütün Fenerbahçelilerin unutmak isteyeceği bir akşam oldu.

Galatasaray

Sarı kırmızılılar ise bize o UEFA kupasını aldıkları günlerden yani yaptıkları en güzel besteden, bir kuple sundu. Zaten Fatih hoca da maçtan sonra aynen şunu söyledi:

“Ben sadece bir söz verdim. Her Galatasaraylının gurur duyacağı bir takım yapmaya çalışacağız dedim. Bugün ondan bir pasaj gördüler.”

Derbiye özel bir Galatasaray mı izledik, yoksa bu futbolu daha ileri taşıyabilirler mi? Bilemiyorum. Ancak Fatih hoca o eski şaşalı günleri hatırlatan bir takım oluşturmaya ant içmiş görünüyor.

Galatasaray takım olarak iyiydi ama ben iki oyuncudan ayrıca bahsetmek istiyorum. Biri Johan Elmander diğeri ise Emre Çolak.

Elmander’i şahsen tanıyanlar onun her şeyden önce iyi bir insan olduğunu söylüyor. Oyun karakteri olarak da harika bir futbolcu. Ne hakemle uğraşıyor, ne yalandan kendini ikide bir yere atıyor. Sadece işini yapıyor ve iyi de yapıyor. Çapraz koşuları ve şut tercihleri ile Galatasaray’ın uzun zamandır aradığı forvet.

Emre Çolak’a gelince, belki de gecenin en güzel olayı oydu. Böylesine stres düzeyi yüksek bir maçta o formayı başarıyla terletmek, gelecek adına çok önemliydi. Ne yalan söyleyeyim onun adını kadroda gördüğümde herkes gibi ben de şaşırdım. Hatta yanlış olduğunu düşündüm. Ama o hepimizi şaşırttı ve hocasını haklı çıkardı. Helal olsun o’na güvenen hocaya ve helal olsun hocasının yüzünü kara çıkarmayana.

Ha bir de son yılların en centilmen derbisi oldu, centilmenliği özlemişiz…



7 Aralık 2011 Çarşamba

Defansın Arkasına Burak’ın Önüne




Bazen en kestirme diye bildiğiniz yollar sizi gitmek istediğiniz yere ulaştırmayabilir. O zaman yapmanız gereken yolunuzu değiştirmektir ya da kendinize alternatif yollar bulmaktır. İşte Şenol hocanın (Güneş)  son günlerde yaptığının da bu olduğunu düşünüyorum.

Trabzonspor’un son iki sezondaki başarısında en büyük pay hangi futbolcuya ait? Diye sorsalar, sanıyorum hep bir ağızdan “Burak Yılmaz” cevabını veririz.

Ancak bana kalırsa bu büyük ölçüde futbolcunun özelliklerinden çok, takımın sistemine bağlı bir durumdu. Ayağına topu alan yanındaki arkadaşından önce Burak’ı görüyordu. Sürekli rakip defansın arkasına, Burak’ın önüne atılan toplarla gol aranıyordu. Yani neredeyse Trabzonspor’un gol stratejisi sadece Burak’tan ibaret hale gelmişti.

Tabi hal böyle olunca hemen “nereye kadar?” diye sormak gerekiyor. Aynı soruyu Şenol hoca da sormuş olacak ki, Trabzonspor’da işler yavaş yavaş değişmeye başladı. Rakip ceza sahası önünde daha fazla çoğalan ve Burak dışında farklı varyasyonlar deneyen bir yapıya kavuşuyor Karadeniz fırtınası. Tabi her değişim sancılı olduğu gibi bu da öyle. Hemen geçtiğimiz İnter ve Beşiktaş maçlarını hatırlarsak, sahada iyi oynayan fakat sonuca gitmekte zorlanan bir ekip görüntüsü vardı. Bordo mavililerin bu gol kısırlığını kısa sürede aşacağını düşünüyorum.

Tabi bu değişimin en büyük handikapı ise gol yükünü tek başına sırtlayan Burak Yılmaz’ın durması oldu. Yıldız futbolcu 5 haftadır suskun. Burak Yılmaz için en büyük temennim ise gol orucunu bozacağı maçın Lille maçı olması.

Şimdi bana şunu sorabilirsiniz: peki kardeşim tek gol stratejisi Burak’tı da bu takım nasıl böyle başarılı oldu?
Haklı bir soru olur, ama şunu söyleyelim burada yaptığımız ofansif anlamda bir değerlendirmedir. Spesifik bir noktaya dikkat çekmektir. Yoksa Trabzonspor’un Şenol Güneş’le birlikte “takım” hüviyetine kavuşması ve özellikle takım savunmasını çok iyi yapması altı çizilmesi gereken önemli konulardır. Artık onları da başka bir yazıya bırakalım.

Son söz

Futbolumuzun üzerine “şike” gölgesinin karabasan gibi çöktüğü şu günlerde özellikle Avrupa’da zaferlere ihtiyacımız çok fazla. Geçtiğimiz hafta Beşiktaş’la güldük, şimdi sıra Trabzon’da. İnşallah Fransa’dan turlayıp dönecekler.


30 Kasım 2011 Çarşamba

Al Deniro



Yanlış hatırlamıyorsam onunla ilk defa “The Devils Advocate” filmiyle tanışmıştım.

İçimden bir ses şeytanın bu kadar karizmatik ve bu kadar hayranlık uyandırıcı bir şey olamayacağını söylüyordu. Ama izledikçe ona hayran olmamak mümkün değildi.




O meşhur son sahnede karşısında oturduğum televizyon adeta şaha kalktı. Gözlerindeki o ifade, Tarantino filmlerinde kesilen bir koldan fışkıran kanlardan daha vahşiydi.

Sonunda aklımda tek bir cümle beliriyordu: “eğer şeytan varsa böyle olmalıydı”

İşte böyle tanıştım Pacino’yla, öyle başladı ebedi hayranlığım.

Sonra sırasıyla o muhteşem filmler izlendi birbiri ardına. Godfather trilogy, Scarface, Dog Day Afternoon ve daha niceleri…
Evet artık benim için gelmiş geçmiş en iyisi oydu. Hatta “Devils Advocate”in etkisinden kurtulmuştum; şeytan filan değil aktörlerin tanrısıydı gözümde…

Pacino’nun en fazla karşılaştırıldığı isim şüphesiz Robert De Niro’dur. İtalyan asıllı olmaları aynı dönemde parlamaları, Godfather’ın ikisinin kariyerinde de çok önemli yer tutması bu karşılaştırmaları haklı çıkaran argümanlardır.

Ancak çok temel bir farkları vardır; Pacino daha seçicidir ve daha az filmde rol almıştır. De Niro ise özellikle son dönemde neredeyse gelen her teklifi kabul etmektedir. Bu da amiyane tabirle biz hayranlarının gözünde karizmasını çizmektedir.

İşte o karizmayı Pacino da son zamanlarda çizdirmeye başladı. Önce “The Son of No One” ardından “Jack and Jill”, hatta ikincisi için Adam Sandler’ın onu ilaçla filan kandırdığını düşünüyorum.
The Son of No One’ı  (isme gel) izledim, Jack and Jill’i ise henüz izleyemedim, ancak hakkındaki bütün eleştirileri okudum diyebilirim.

İlkine klasik bir polisiye filmi filan deyip geçemezsiniz, tam bir rezalet. Başrolde Channing Tatum gibi olmamış, zorlama bir oyuncu, kadronun geri kalanının iyi olması ise filmi kurtarmaya yetmemiş. Pacino’nun bu filmde neden oynadığını anlamak gerçekten mümkün değil.


Tabi bu eleştirileri yaparken “Merchant of Venice” ile tiyatroda devleşmesini ve kalburüstü HBO işlerinde rol almasını ise mutlulukla karşıladığımı belirteyim. Hatta hep öylelerini istediğimdendir bu yazıyı yazma nedenim.
Ancak şu da var, eğer hiçbir projede rol almayacaksa, bu kötülere de razıyız tabi ki…

NOT: Scorsese’nin çekeceği “The Irishman”in de bir an önce açıklanıp, çekimlere başlanmasını merakla bekliyoruz.




28 Kasım 2011 Pazartesi

Carlos’un Akıl Oyunları



Her oyun biraz satranca benzer, ya da siz her oyunu az da olsa satranç gibi oynamalısınız. İşte futbol da o oyunlardan biri…

Ne mutlu Beşiktaş’a ki, başında satranç seven bir hocası var.


Bazen akıl oyunlarınız, stratejiniz tutmayabilir ama sizin yapmanız gereken maçtan önce gerçekçi temellere oturtup bir oyun planı hazırlamaktır. İşte bunu çok iyi yapmaya başladı Beşiktaş teknik direktörü Carlos Carvalhal.

Emanetçi bir hoca olarak geldi, öyle Schuster gibi şaşalı bir kariyere de sahip değildi. Yani üzerindeki soru işareti sayısı hayli fazlaydı. Ancak o kaderin ona tanıdığı bu şansı iyi değerlendiriyor.

Portekizli oluşu, takımda da bir Portekiz çetesinin varoluşu işini biraz zorlaştırıyordu ama o dinlemedi, formdan düşen Fernandes’i kenara çekti. 5 hafta kenarda bekletti, Trabzon’da lazım oldu, sahaya sürdü. Patron benim mesajı verdi.

Quaresma’yı gerçek kimliğine kavuşturdu, lider olduğunu hatırlattı.



Beşiktaş’ı günden güne bir takım hüviyetine kavuşturdu. Daha yol var elbette, ama gidilen yol doğru olduğu zaman varılacak hedef de doğru olur.

Maça Gelince

Kendi sahasında etkili oynayan ve müthiş bir Inter mücadelesi sergilemiş Trabzonspor karşısına çıkıyorsunuz. Yani rakip formunda. Sizde ise çok önemli eksikler var (Simao, Aurelio, Necip, Veli). Ne yaptı Carvalhal? Trabzon’u üstüne çekti, oyunu orta sahada boğdu, pozisyonlar da buldu. Son 20 dakikada ise yorduğu rakibinin işini bitirmek için Holosko-Pektemek hamlesini yaptı. İşte buna yemeğe baharatı en doğru zamanda eklemek denir.

Kronometre 77’yi gösterdiğinde ise maçın yıldızlarından Roberto Hilbert sağdan sert vurdu, kaleci elinden kaçırdı, sonradan oyuna giren Mustafa Pektemek de penaltıyı aldı. Onu kullanma hakkı ise gecenin tartışmasız kahramanı Querasma’nın hakkıydı. Q7 Kullandı penaltıyı ve Kartal’ı uçurdu.

Sonuç olarak başlıkta olduğu gibi Carlos’un akıl oyunları başarılı oldu. Beşiktaş haftanın kazananı olduğu gibi,  şampiyonluğun en güçlü adaylarından olduğunu herkese gösterdi.

Ama bana sorarsanız gecenin en büyük kazananı Carlos Carvalhal’dı.


30 Ekim 2011 Pazar

Çift Bıçaklı Derbi



Yazının başlığının çağrıştırdığı şeyi biliyorum. Tam da ona işaret etmek istiyorum.

Çift bıçaklıydı bu maç, çok keskin olan iki taraflı, ufak bir hatada çok fena kesecek iki taraflı…
Keskin olduğu kadar da keyifli, uzun zamandır beklenen bir seyir zevki, stada gidenin de ekran başına geçenin de tatmin olduğu bir derbi.



Beşiktaş

Beşiktaş bu sezonun ikinci en iyi futbolunu oynadı. Diğeri Stoke maçındaydı.

Son iki maçta da hiç fena oynamamıştı (Dynamo Kiev, Mersin İ.Y.) Beşiktaş. Bunun en büyük nedenlerinden birinin Alman disiplininin tekrar takıma monte edilmesi olduğunu düşünüyorum. Tek başına da olsa çevresini ışıyan bir adam Fabian Ernst. Bunu söylerken diğer bir Alman ise maçı neredeyse Beşiktaş adına kaybettiriyordu. Kim mi? Tabi ki Hilbert… Fenerbahçeli Caner Erkin’in yıldızlaşmasının en büyük nedenidir bana göre Hilbert.

Aslında suç onda değil onu bekte oynatanlarda, belki yokluktan ama olsun böylesine önemli bir maçta ofansif yönü yüksek ancak defansı zayıf bir oyuncuyu sağ bekte tercih etmek doğru olmadı. Öte yandan Quaresma’nın defansa yardım etmeyişi de zaten defansif özellikleri zayıf olan Hilbert’in iyice aksamasına neden oldu.


Quaresma ve Simao hermaçta bu şekilde defansa yardım etmez ve beklerini yalnız bırakırlarsa Beşiktaş’ın işi çok zor. Her ikisini bu anlayışla oynadıkları taktirde oynatmak siyah beyazlılar için lüks olmaktan öteye gitmiyor.

Hilbert meselesi dışında başka bir eleştirim de yok teknik patron Carlos Carvalhal’a. O da Beşiktaş’a geldiğinden beri en iyi performansını çıkardı. Oyun anlayışı, kadro seçimi, oyun içi hamleleriyle herkesten tam not aldı.

Şimdi beklenen şudur: Beşiktaş’ın her maçta aynı arzuyu göstermesi. Rakip Stoke da olsa Fenerbahçe de olsa ya da Sivasspor olsa fark etmemeli.

Fenerbahçe

Fenerbahçe, olmuş bir meyve gibi, sepette bazı çürükler de olsa sarı lacivertliler takım olabilmeyi başarmış bir ekip.
Bence ilk söylenmesi gereken; bu kadar badireye (en başta şike meselesi) rağmen Fenerbahçe’nin birlik ve beraberliğini koruyabilmesi. Niang, Lugano gibi önemli oyuncularını kaybetmesine rağmen hala diri bir futbol oynayabilmesi. Hatta bir düşünsenize şu kadroda Bienvenu yerine Emenike’nin olduğunu…
Maça gelirsek, Fenerbahçe istediğini aldı. Böyle istekli bir Beşiktaş karşısında zaten lider konumdayken yenilmemek Fenerbahçe adına başarıdır. Öte yandan galip gelebilecek pozisyonları da yakaladı.

Aykut hocaya ise herkesin soruyu ben de sormak istiyorum. Hilbert’i her pozisyonda çarşıya yollayan Caner’i neden çıkardın?
Onun dışında yapılacak pek fazla eleştiri yok.

Sonuç olarak her zaman derbi gibi derbi izledik. Sonucun değil futbolun ve fair play ruhunun konuşulduğu bir maç oldu.
Emeği geçen herkese teşekkürler…

NOT: Fırat Aydınus’un muazzam yönetimi Abdullah Yılmaz’a örnek olsun.



20 Ekim 2011 Perşembe

Bir Karikatürün Düşündürdükleri

Kusura bakmayın ama kimse "türkler mi, kürtler mi" diye sormadı bu ülkede...
Biz olaya siz "kürtçüler" gibi etnik temelli bakmayız.

Biz geceleri pusuya yatan kana susamış vahşilerle (yani ölümlere neden olanlar) zorunlu askerlik görevini yapan gençleri ayırmasını bildik. sevdiğine, anasına, babasına kavuşmak için şafak sayanla, ölüm makinesi olarak yetiştirilerek amfetamini basıp karakollara saldıranları hiç karıştırmadık.

Amerikan kurşunuyla dağa çıkanlara müsamaha ile bakamayız. bakarsak vicdansız oluruz.

Devrimci misiniz? nah devrimcisiniz! Amerikan kurşunuyla, israil botuyla; olunsa olunsa bağdat'ın tepesine düşen bir misket bombası ya da israil cezaevlerinde işkence için kullanılan bir kerpeten olabilirsiniz.

İnanın çok zavallısınız!
Ve siz bunlara itibar edenler siz de çok safsınız...

13 Ekim 2011 Perşembe

Of Oluruz Off!

Yine de mutlu olmalıyız. En azından yolumuza devam ediyoruz.

Oynanan oyun hiç içimize sinmese de, zayıf takımlara kaybettiğimiz puanlar aklımızdan bir türlü gitmese de, hala şansımızın olması, sevindirici.

Şu meşhur “spider cam”i yayıncı kuruluşlarımızın doğru yerlerde kullanamadığını düşünüyorum. Ama yine de onun kadrajı başka oluyor. Ondan çıkan görüntülere baktığımızda gerçekler ortaya çıkıyor. Ortadaki bir takım mı yoksa, sadece bir araya toplanmış futbolcular mı? İşte o görüntülerde çok daha iyi anlaşılıyor.

Almanya’ya baktığımızda oyuncuların dizilişleri, pozisyon alışları ve en önemlisi top bir futbolcudayken diğerlerinin ona en azından 2-3 alternatif yaratması; işte takım dediğin bu olsa gerek dedirtiyor insana… Ve ister istemez imreniyorsun, çünkü pas verecek arkadaşını bulamayıp mecburen(!) geri dönen bir futbolcu yok, bizde olduğu gibi.
Bize gelince, bu futbolla ,bu futbol anlayışıyla Hırvatistan’ı elememiz, artık futbol tabiri haline gelen ”tanrının eli”ne kalıyor. Daha maç oynanmadan maç kaybedebilen bir teknik direktörümüz var! Bu saatten sonra, kuralar çekilmişken görevine son verilsin demiyorum. Ancak bu oyun ve bu inançsızlıkla Hırvatistan’ı elememiz çok zor.

Önce İnanç Olmalı

İnanmadan yapılan işten başarı beklemek hayal olur. Kimse demesin o taktiksel bir açıklamaydı diye. Öyle olmadığını sahada gezinen futbolculardan gördük. Hırvatistan maçı öncesi teknik ekibin ilk işi bence psikolojik. Kafada galibiyete inandırmalılar futbolcuları, klişe gelebilir ama 70 milyonun arkalarında olduğunu çok iyi hatırlatmalılar. Tabi bu noktada en büyük görev Oğuz hocaya düşüyor.
Kafalar hazır olduktan sonra, fiziken hazırlanmak bu maç açısından çok daha kolay…

Kazanabiliriz

Karşımızdaki güçlü bir takım olabilir. Biz de en az onlar kadar güçlüyüz; yeter ki oyunumuzu oynayalım. Hem unutmayalım biz bu adamları 2008’de yendik ve yine yenebiliriz. Öte yandan Hırvatistan bu gruplarda bizim daha önceden 4-1 yendiğimiz Yunanistan’a 2-0 yenildi.
Bütün bunları göz önüne alarak, bizden 2008’in intikamını almak isteyecek Hırvatları yenebileceğimize inanalım.

Son söz: Teknik yönetimden rica ediyorum; Selçuk İnan olmadan ne kadar verimsiz bir orta sahamız olduğunu Almanya maçının 2., Azerbaycan maçının ilk yarısını bir daha izleyerek iyi kavrayalım.

16 Haziran 2011 Perşembe

Her Şeyin Ortası

Transfer döneminin açılmasıyla birlikte geçtiğimiz sezon olduğu gibi Beşiktaş transferin tartışmasız kralı oldu.

Egemen Korkmaz, Veli Kavlak, Tanju Kayhan, Mustafa Pektemek Burak Kaplan, Sidnei,
Ersan Gülüm, Mehmet Akyüz, Manuel Fernandes, Bebe… şimdi de Kemal alınmaya çalışılıyor Samsunspor’dan...,

Of of off! İsimlere bakın hepsi de birbirinden iyi değil mi?

Basit bir örnek verelim. Menemen yapmak istiyorsunuz ama sürekli domates ve biber alıyorsunuz. Oysa bir menemen için yumurtaya da muhakkak ihtiyacınız var. Ama siz hayır ben domates almaya devam edeceğim diye diretiyorsunuz. Size açık söyleyeyim siz menemen filan yapamazsınız. Yapsanız yapsanız iyi bir domates sosu yapabilirsiniz. Tek başına onunla da karnınız doymaz!

Beşiktaş’ın da hali budur!

Defansın ortasına bir bakın: İbrahim Toraman, Sivok, Ersan, Atınç, Sidnei, Egemen
Bir de orta sahanın ortasına: Fernandes, Aurelio, Necip, Veli Kavlak, Guti, Ernst, Burak Kaplan,
Ortadaki bu birikme için “kardeşim kadro genişliği için yapılıyor” filan diyebilirsiniz. Peki öyle olsun ancak genişliği sadece ortada toplayan “göbek” yapar benden söylemesi…

Gelin bir de kanatlara bakalım, sağ bekte aslen ofansif sağ kanat olan Hilbert var. Sol bekte ise bir türlü form tutamayan İsmail… Yeni transfer Tanju Kayhan bu gölgeye alternatif olabilir. Sadece mevcut oyunculara yedek olabilir. Ekrem derseniz onun da kapasitesi belli. Oysa Beşiktaş’ın buraya öz be öz sol ve sağ beklere ihtiyacı var, hem de yıllardır. Yıldız sadece golcüden olmaz, gayet yıldız bir sağ bek de bulunabilir!
Ortanın sağına ve soluna gelince, tartışmasız iki müthiş isim var Quaresma ve Simao. Ama hani alternatifleri, sakatlandıkları zaman takım ne yapacak?

Lafı fazla uzatmayalım, Beşitaş Kulübü yanlış bir transfer politikası izlemektedir. Umarım transfer süreci bitmeden bir sağ bir de sol bek alırlar.

Çünkü; Beşiktaş taraftarı “menemen” yemek istiyor hem de en kallavisinden…

25 Mart 2011 Cuma

Özgürleştir Beni



Beyaz adam geldiğinde “yataheya” demişlerdi; onların dilinde merhaba demekti. Beyaz adam ise içinde barutla sıkıştırılmış mermi olan demir çubuğunu ateşledi ve o özgür adamı yere serdi. Oysa o özgür adamın bildiği tek bir çubuk vardı, o da barış çubuğu idi…

Beyaz adam bir de iftira atacaktı sonradan; bunlar çok vahşi kafa derisi yüzüyor diye. Oysa onlar kafaya çok değer verirlerdi, kafalarını beyaz adamdan çok beslerlerdi.

Sadece karnını besleyen beyaz adam durmadı, yok etmeye devam etti özgür adamları, özgür çocukları, özgür kadınları…

İhtiyaçları kadar avlanırlar asla hiçbir şeyi ziyan etmezlerdi. Ama beyaz adam onları ziyan etti, bir avuç toprak için…

Özgür adamlar onurlarıyla savaştılar; tek inandıkları olan masmavi gökyüzü ve onurları için. Ama beyaz adamın silahları lanetliydi, lanet fışkırtıyordu.

Beyaz adamın onursuz silahlarının gücü yetmedi onları tüketmeye… onursuz silahlarına yılan dilleri de eklendi. Yalanlar sıraladılar, kandırdıklarını zannettiler. Oysa özgür adamlar yalan nedir bilmezdi. Hataları herkesi kendileri gibi zannetmek oldu.

O özgür adamların en özgürlerinden biri sonunda anlayana bir laf etti: “beyaz adam verdiği sözlerin sadece birini tuttu. Topraklarınızı alacağız dedi ve aldı” işte yaşanan her şeyin özeti buydu…


İşte o özgür dünyanın son şansıydı. O şans orada kaybedildi ve dünya lanetlendi.

Oturan Boğa’nın lanetidir üzerimizdeki, Irak’taki, Libya’daki…

14 Şubat 2011 Pazartesi

Boş Bir Yazı

Bu sabah uyandım. Aslında sabah sayılmazdı birçoklarına göre ama benim sabahımdı işte.

Her zamanki gibi önce çiş yapıldı sonra yüzümü yıkadım. Aynanın karşısında yine her zamanki gibi “gücüne güç katmaya geldik” isimli Beşiktaş marşını söyledim. Bu sayede kendime geldim. Beni bir kahve bir de bu marş kendime getirir.

Sonra ikinci aşama, kahve sırası geldi. Kahve bir dilim ev yapımı kekle tüketildi. Yavaş yavaş güne hazır hale geliyordum. Ama çok önemli bir aşama daha vardı, geçilmesi gereken. Evet işte o an, o büyük an, günün en güzel anı yani ilk sigarası.

Sigara keyifle tüttürülürken, hoparlörlerden Neil Young’ın sesi yükseliyordu, “my my hey hey” diyordu. Sonunda günün geri kalanında aranacak dakikalar sona eriyor ve sigaranın yanan kafasını küllüğe sertçe bastırıyordum, kendi kafammış gibi.

Hüzünlendim bir an, çünkü aslında giden kendi kafamdı.

Kafam kül tabağına gömülürken yine eskilere daldım. Yaşadığım çatışmaları, ayrılıkları düşündüm, hepsinde kendimi haskız çıkardım. Şirketine ihanet eden bir muhasebeci gibiydim hep ben borçluydum, hep ben almıştım, hiç geri vermemiştim.

Sonra tuvalete gittim, düşüncelerimin içine sıçtım.

Oh! çok rahatladım.

Sıçarken çamaşırlığın üstünde duran Leman’ın bininci sayısını fark ettim. Çok keyiflendim. Okudum okudum! Aslında işim bitmişti, ama kalkamadım klozetin üstünden Leman bitmeden.

Ve işte itiraf: o bininci sayıydı bana bu boş günün boş yazısını yazdıran. Nice bin sayılara leman.



Ertuğrul Akgündüz